8
TEMMUZ 2013 PAZARTESİ
Saraybosna
Müzesini gezmekle başladık güne, gerçekten insanın tüyleri
diken diken oluyor. Bu kadar yakın bir geçmişte yaşanılan vahşet
inanılır gibi değil. Bir yazı vardı aklımdan çıkmayan “O
yıllarda çocuk olanlar, çocukluk nedir bilemediler” diye. Benim
yaşıtım insanlar, hayata devam edebilmiş olanlar, nasıl
bakıyorlar acaba dünyaya ? Çok acı...
Saraybosna'ya
veda, yola devam... Karadağ yani Montenegro'ya giriş (adı çok
güzel değil mi ? :)).
Durmitor
Milli Parkı, anlatılmaz yaşanır doğa manzaraları. Bizim de bu
akşamlık son durağımız Pluzine olacak...
Karadağ
çok güzel bir coğrafyaya sahip, genel kanım maalesef bunun
hakkını veremedikleri yönünde. Acayip çarpık bir yerleşim söz
konusu. Çok turistik bir alan, imara açmışlar buraları ve tam
bir karmaşaya dönüşmüş. Bizim Ayder Yaylası gibi, eski halini
bilemem ama gittiğimde benim hayalimden çok uzak bir yayla ile
karşılaştım, betonarme dip dibe oteller... Yazık ediyoruz bu
mucizevi güzelliklere :(
Neyse
vardık Pluzine'ye. Niyetimiz kampingde kalmak, bir sürü tabela
gördük, çıkar elbet birşey... ama nafile, kamp olmayan bir
gıdım yeşillik alanı çadır alanı olarak gösteriyorlar, bizi
bungalovlara yönlendirmeye çalışıyorlar ve gıdım ingilizce
yok. İlk kamp diye takip ettiğimiz tabelalar da bizi bungalovların
olduğu bir alana götürmüştü, oraya gelene kadar heryerde
tabela, “ konak bungalov”, ama dibindeyiz tabela yok, kaçak
konaklama yani yine. Ama yer fıstık gibi, göl kenarı, hemen altta
vişne ağaçları, adam 30 euro diyor önce, biz kampingden
alışmışız 15 euro civarına, yok, ne gerek var, deyip
ayrılıyoruz, pazarlıkla 20 euroya iniyor ama bizim geldiğimiz ilk
yer ya biraz bakınalım, buna mı kaldık edasıyla ayrılıyoruz.
İşin aslı sonradan çıkıyor, kaçırmasak iyiymiş, kamping yok,
diğer oda fiyatları çok daha fazla, hava kararmak üzere ve
hafiften yağmur çiseliyor, yorulmuşuz... Neyse tamam ya biz de
suyunu çıkardık, süper bungalova verilir o para deyip geri
dönüyoruz ama adam yok, hiçkimse yok... Tulumları bırakıp yolda
keyifli bir yer gibi gözüken kafede birer bira içelim diyoruz.
Vardık
kafeye, bereket adamı tanıyormuş kafe sahibi, çağırdı,
neyse anlattık derdimizi, kafamızı sokacak yeri ayarladık, artık
geceye gönül rahatlığı ile başlayabiliriz...
Önce
biralaaaar... Zvono Cafe'de bizim yaşlarda, Polonyalı, bisikletle
turlayan bir çifte rastlıyoruz, 15 günlüğüne Montenegro turu
yapmaya gelmişler. Laf lafı açıyor, başlıyoruz onlar artı kafe
sahibi muhabbete. Kafe sahibi de acayip entel bir tip, çok havalı...
ikinci biraları o, yani patron, ısmarlıyor :)
Polonyalı
çocuk da müzikle ilgili, uzunca bir müzik muhabbeti oluyor. Goran
Bregoviç'i soruyoruz. Bu kadar meşhur ama BosnaHersek'de izine
rastlamadık diye, “ucuz müzik” diye tanımlıyor yaptığı
müziği. “Çok daha iyi gruplar var, o meşhur !”. Ama yine de
hakkını vermek lazım Balkan müzüiğini dünyaya tanıttığı
için. Bu tarz müzikleri sevdiğimizden bize birkaç grup tavsiye
etti, bakalım deneyeceğiz.
Bir
de biradan başlayınca içme fırsatım olmadı ama buraya özgü
“Medovina” yani ballı şarap, enfes ama içtiğini anlamaz
herhalde insan :p, denenmeli derim :) Akşam süper muhabbet hatırına
yarın sabah beraber kahvaltı yapalım deyip, mail adreslerimizi
verip ayrılıyoruz.
9
TEMMUZ 2013 SALI
Geceden
saatimizi kurmuşuz 8.30'a , 9'da da kahvaltı için buluşacağız,
o da ne, sabah karşı 5 gibi telefon çalıyor ! Önce bir panikle
acil bir durum mu var diye hayıflanıyorum ama Umut ingilizce
konuşunca rahatlıyorum. İşte uyku sersemi insan anlamıyor ki !
Telefonun çalışı farklı, Umut'un elindeki telefon da kendi
telefonu değil ! Meğer bizden önce kalanlardan biri telefonu
yatağın altına düşürmüş, telefonunu kaybettiğinin farkına
bu saatte varan insan, nerede kaybettiğini de hatırlayamadığından
Umut gecenin bir vakti durumu anlatmaya çalışıyor, neyse
ingilizce bilen biri telefona gelince olay netleşiyor. Sabah
kalktık, ayrılacağız kaldığımız yerden, haydi bakalım anlat
şimdi durumu bizim adama. Umut her zamanki usta vücut dili ile
anlatmaya koyuluyor. Bak bu benim telefon, bu da onun, bu elimde
tututuğum bizim değil, sen al bunu deyip cebine koyuyor adamın,
yok adam anlamadı... tekrar, tekrar, neyse anladı herhalde deyip
bırakıp çıkıyoruz...
Bir
gece önceki muhabbetin beşlisi :)
Bugünümüz
yollarda, doğanın içinde, ara ara yağmur eşliğinde geçiyor.
“Crno
Jezero” yani Karagöl'de ise benim için bir ilke imza atıyoruz.
Bir düzenek yardımıyla halat üzerinden kayarak, gölü bir
ucundan bir ucuna, havada asılı, kayarak geçiyorum. Hu huuuu,
süper...
Ünlü
Tara Kanyonunu ise yağmur altında görebiliyoruz ancak, birgün
buralara rafting yapmak için yolumuz düşer umarım :)
Akşama'a
ancak Niksik'e varabiliyoruz, aslında daha ileri gidebilir diye
düşünmüştük ama daha uzun olan yolu tercih etmişiz, gerçi
uzunluğunu biliyorduk ama tahminimizden de uzun sürdü, yoollaaaar
yollaaaar, çiseleyen yağmur... bitmek üzere olan benzin, mecara
işte :).
Sonuçta
Niksik'e vardık, buralarda kamping kavramı yok, benzinliğe
soruyoruz, o da bize biryeri tarif ediyor, göl kenarı, restoran
falan diyor ama gerisi yok, ortak dil olmayınca tarzanca ancak bu
kadar. Tarife göre “Krupac” tabelasını takip edeceğiz ama tam
olarak neye ve nereye gittiğimizden emin değiliz. “Krupacko
Jezero” yani “Krupac Gölü” ne gidiyormuşuz. Vardık ki kamp
falan yok yine ama ben benzinlikteki kadının söylemesinden de bir
restoran ve yanında kamp yapılabilecek alan olarak anladığımdan
varıyoruz restorana... Restoran da ilk bakışta biraz lüks gibi
göründü gözümüze, kaybedecek bir şey yok, “kamping arıyorduk
biz” diyerek başlıyoruz lafa... İngilizce bilen bir garson
imdadımıza yetişiyor :) “Burada kamp alanı yok ama restoranın
hemen yanındaki alana çadır kurabilirsiniz, burada 24 saat açık
tuttuğumuz wc kısmımız da var, dilediğiniz gibi kalın burada
sorun olmaz” diyorlar. Garsonun gülergüzü, canayakınlığı
mıdır bilmem, ikimiz de hiçbir tereddüt yaşamıyoruz burası
için, Karadağ'da genel olarak kamp olayının olmadığını
anladık, eh yol boyunca gördüğümüz kampingler de restoranların
yanıydı zaten ne fark var ki, oooh kalma da beleşe geldi,
yemeğimizi de yeriz burada deyip güzel bir ziyafet çekiyoruz...
10
TEMMUZ 2013 ÇARŞAMBA
Sabah
ağzımıza birer kurabiye atıp, erkenden yollara düşüyoruz...
Kahvaltı
etmek için durağımız BosnaHersek Trebinje. Sınırlar arasından
geçiş o kadar basit ki, sınır gibi değil, millet günü birlik
geçip gidiyor gibi görünüyor.
Tabi
BosnaHersek'e gelmek demek, hamur demek benim için. Tam nereye
otursak diye bakınırken Yunan iki motorcuyla karşılaşıyoruz,
kısa bir muhabbet sonrası oturdukları yere bizi davet ediyorlar.
Biz de hemen en yakın fırından böreklerimizi kapıp geliyoruz.
Burada börekle ilgili not düşmem lazım, tamam Mostar'da demiştim
ki çok da özel bir şey değil, tamam doğru, ama buradaki
hayatımda yediğim en güzel su böreğine benzer kıymalı börekti.
Aaaah ah !
Yunanistan'dan
gelen motorcular orta yaşlı iki erkek, iki ayrı motorla seyahat
ediyorlar. Biri dil bilmiyor herhalde, suskun ama diğeri oldukça
hoş sohbet. Rotaları, ne yaptık ettik diye konuştuktan sonra
Umut'a dönüp “Yengenin yanında da söyleyeceğim ama söylemeden
edemedim, hayatımda gördüğüm en güzel bayanları, burada
gördüm” diyor, bana da bir gülücük atıyor akabinde. Ne
yapalım güzele bakmak sevaptır, iki adam sap gibi gezerse bakacak
tabi. Mailler veriliyor, vedalaşılıyor, abi hesabı da ödetmiyor
bize, sağolsun !
Buradan
tekrar bir sınır geçişi yapıp, Hırvatistan Dubrovnik'e
varıyoruz. Merkeze yakın bir kampinge varıyoruz önce, 40 euro
olarak cevabımız aldıktan sonra seyir terasında karşılaştığımız
ve oda fiyatına 30 euro diyen amcaya gitmeye karar veriyoruz.
Dubrovnik'e 5 km mesafede deniz kenarı, e kendi aracımız da
altımızda fazla para vermenin anlamı yok diyoruz. Ancak seyir
terasına döndüğümüzde amca yok, onun yerine aynı yere 50 euro
diyen, gram ingilizce anlamayan, bir tiple karşılaşıyoruz, işin
rengi değişti ve tadı kaçtı açıkçası. Neyse bağlantı
kuruluyor, adam tarif edilen yerde bizi bekleyecek, o tarafa doğru
yönelmişken, Umut “dur ya ben bir kamping tabelası daha
görmüştüm, ona bir bakalım, bir şey kaybetmeyiz diyor” ve
bingo, 16 euroya çiçek gibi bir kampingde kalıyoruz, evet koca
sözü dinlemek iyidir !
Deniz
keyfi sonrası kendimizi atıyoruz Dubrovnik merkeze, tahmin edildiği
gibi yine çok turistik ve kalabalık, bize göre değil. Gelirken de
aramızda konuştuk aslında gitmesek mi diye, ama bu kadar yakınına
gelmişken, atlamayalım dedik.
11
TEMMUZ 2013 PERŞEMBE
Bugünün
sabahında spoorumuzu ihmal etmeyelim deyip sabah yürüyüşüne
çıkıyoruz, sahilden diğer koya doğru gittiğimizde
karşılaştığımız manzara inanılmaz. Terkedilmiş, hayalet bir
koy sanki ! 3-4 tane, belli ki lüks otel, savaş zamanı
bombalanmış, izler aynen üzerlerinde, öylece, tüm koy
terkedilmiş... Saat sabah 8 civarı, bizim gibi yürüyüşe ve
denize giren insanlar olmasa, insan neyin içinde olduğunu
anlayamaz, çok ürpertici bir manzara, yaşanmışlığın izi,
bomba izleri, yanyana... Dönüp kampingdeki bayana sorunca
anlaşılıyor işin rengi, hükümet bu koydaki binaları topluca
satmak istiyormuş, çok para istendiğinden de şimdiye kadar alıcı
çıkmamış, “herşey politik” diyor bayan, “20 yıla yakın
bir zamandır bekliyoruz ne olacak diye, daha ne kadar
bekleyeceğimizde meçhul !” .
Hırvatistan'dan
sonra yolumuz tekrar Karadağ'a, bu sefer bu ülkenin sahil kısmını
görmeye... Şu meşhur Kotor'u görelim önce diyoruz, yollar çok
güzel, denizin hemen dibinde dağ sıraları var. Yalnız bir
sıkıntımız var hava çok ama çoooook sıcak, bir mola verelim
yakından görelim diyoruz... Orada bir kafede yediğimiz cheesecake,
hayatımda yediğim en güzeliydi herhalde !
Bir
değerlendirme yapıp buralarda vakit geçirmek anlamsız diyoruz,
hava çok sıcak, kalabalık, kalsak daha önceki sahil beldelerinden
farklı bir durum yok, e denize de doyduk, ayrıca bizim Ege, Akdeniz
sahillerinden daha baskın bir durumu yok bu Dalmaçya kıyılarının.
Vuruyoruz kendimizi yeniden tepelere, dağlara... Manzara müthiş !
Ülke
için önemli bir şahsın anıt mezarı varmış tepede, ona doğru
gidiyoruz, varıyoruz, merdivenlerini de tırmanıp, mozeleyi
görmeden (bize bir şey ifade etmediğinden paralı olan kısma
geçmiyoruz), manzaranın tadını çıkarıp, iniyoruz aşağıya...
Yolumuzu
ülkenin en büyük gölü, Skadarsko Gölü'ne çeviriyoruz. Yol
üzerinde, göle dökülen Crnojevica nehrinin doğduğu kasabada
kahve molası veriyoruz. Buradaki restoran önemli devlet adamlarının
geldiği meşhur bir yermiş. Bizim kahve için oturduğumuz kafe de
eski köprünün hemen dibinde nehir manzarasına bakan hoş biryer,
kahve kaliteleriyle de Umut'u tavladılar zaten. Biz oradayken kafede
aynı zamanda bir film çekiliyor, devamlı bir “şşşşt”
durumu var yani. Biz de merakla olup biteni anlamaya çalışıyoruz.
Ne tarz bir film anlamadık, hemen yanımızda da Çek Cumhuriyeti
plakalı offroad 4 tane araç var, film ekibinin tshirtlerinden
jeeplerle alakalı oldukları anlaşılıyor ama hiçbir bağlantı
kuramadık ve anlamadık, bu da böyle bir anı oldu işte :)
Kafedeki
garson çocuk, rotamız ve akşam konaklayabileceğimiz yer ve ilgili
öneride bulundu. Çok keyifli bir rotadan Virpazar'a ulaşıp,
oradan da köprünün hemen karşısındaki balıkçı köyüne
varıyoruz. Evet biz turistik bir yer olmasın, daha kendine özgü
bir yer olsun dedik ama bu köye de daha önce turist girmemiş
galiba, tüm bakışlar üzerimizde. Restoran falan zaten yok, kalmak
için gözüken en ufak bir yeşillik parçası da yok. Karadağ'da
kamping kavramı olmadığından, daha doğrusu sadece sahil hattında
var, burada restoranların bahçesinde kalmak gayet olağan bir
durum. Neyse burada kalacak yer olmadığından köprünün hemen
başındaki restorana dönüp bir konuşalım diyoruz.
Yol
manzaraları...
Akşam
da oldu yemeğe oturmadan şu kamp işini bir soralım diyoruz.
Birkaç birbirine bakış ve soru sonrası, “neden olmasın, tabi
kalın” diyorlar. Biz de gönül rahatlığı ile buraya özgü
yılan balığı ve sebzeli alabalık ısmarlıyoruz. Yılan balığı
enterasan, göl balıkları tatsız olur genelde, yok bunun gayet
kendine özgü bir tadı ve oldukça da yağlı. Şarap, göl kenarı
akşam yemeği sonrası 23 gibi, eeeh artık çadırı kuralım
diyoruz. Hemen restoran yan duvarına bitişik, restoranın otoparkı
içerisinde kalan yeşillik alanı gözümüze kestiriyoruz. Tam
çadırı kurduk, matları şişirdik, bekçi amca geldi dikildi
başımıza. Elbette anlamadığımız bir dilde bize çıkışıyor,
allahtan personel henüz ayrılmış değil restorandan, hemen
görevli bir bayan devreye gidip, durumu izah ediyor, ama yok, bekçi,
aksi ihtiyar, olmaz diyor, patronlarını arıyorlar. Parkın hemen
dışındaki bir alana yönlendiriyorlar bizi, yapacak bir şey yok
taşınıyoruz.
Tam
yatmaya hazırlanırken Umut'taki huzursuzluğu hissediyorum, biraz
açıkta yol kenarında kaldık, bu durum da onu tedirgin etmiş.
“Yok bu böyle olmayacak, paşa paşa verelim parasını kalalım
biryere diyor” . Aslında biz burda parasında değiliz işin,
pahalı yerler değiller, biz de kendimizi ona göre ayarlayıp
geldik sonuçta. Ama kampingde kalmak her zaman işimize gelen şey,
çadır artık kendi evimiz gibi, kendi yastığım, kendi yatağım,
motorun hemen yanında olmak da eşyalar açısından inanılmaz
kolaylık, taşıma derdi yok. Bir de hotel araştırması içine
girmek pek de keyifli değil, bir yerde dur, var mı oda, pazarlık
et, git bak olmadı başkasına, bundan kurtulmak esas amacımız.
Neyse toplandık gidiyoruz, geç bir saat olduğundan, uzağa
gitmeden Virpazar'a giriyoruz. Zaten motor durur durmaz yanımıza
birileri yanaşıyor oda mı lazım diye. Hemen “Bubane”ye
sesleniyorlar, 20 euro pazarlıkla oluyor 15 euro, bu kadar, hop
uyku...
12
TEMMUZ 2013 CUMA
İlk
defa onca yol taşıdığımız tavamızı kullanma çansımız
oluyor sabah, hotelin mutfağında omletimizi pişirip düşüyoruz
yine yollara... Bugün çok ülke geçişli bir gün :)
Amacımız
Makedonya Üsküp'e varmak. Belli bir süreden sonra gezmeye
doymuşluk başlıyor sanırım, gezmek her zaman güzel tabi ama 3
haftayı geçti gezimiz artık biryerlerde sabit olma gereği doğdu.
Eve dönüp yapılacak işlerimiz olmasa, biryerlerde 4-5 gün sabit
kalsak üstüne bir 3 hafta daha gezilir. Neyse dönüşte esas uzun
gezimiz için hazırlık yapmamız lazım deyip, buradan sonra artık
dönüş moduna geçiyoruz, bu durumda Üsküp'e gitmek için en kısa
yolu tercih ediyoruz.
Önce
Arnavutluk... Hııım ne demeli bu ülke için bilemedim. Yollar
kötü, kuralsızlık diz boyu, Umut için yorucu bir yol oluyor, ben
arkada rahatım yahu, bakınmaca :). Sonuç olarak ülkede kısa bir
kafe molası hariç durmadan basıp geçiyoruz.
Sırada
Kosova... Burası Türkiye'nin ufak bir kopyası. Her yerde tanıdık
firmaların dükkanları, kebapçılar, keşmekeş... Burada da kısa
bir mola ve ver elini Makedonya.
Yol
eğlencesi :)
Üsküp,
güzel bir şehir... Hemen şehir merkezine kendimizi atıp Irish
Pub'da birer bira yuvarlıyoruz, o arada da internetlerini kullanarak
kalacak yer araştırması ve skype üzerinden bir iki konuşma
yapıyoruz.
Yemek
için çarşı kısmına doğru bir geçiş yapalım deyip, Umut'un
köfte sayıklamalarıyla, gerçekten sadece ve sadece köfte satan,
sanırım ünlü de, bir yer buluyoruz. Köfte güzel ama aynen bizim
bildiğimiz İnegöl Köfte, fazla bir beklenti olmasın yani...
Hosteli merkeze yakın bir yerden seçmiştik, çabucak varıyoruz. Süper ! Kendi kapalı bahçesi var,
motordan yana derdimiz yok. Bir oda gösteriyor görevli çocuk, biz
de yani olabilir de double bed olsa daha iyi olur diyoruz. Baktığımız
oda 2 ayrı yatağın olduğu, 8-9 m2 bir oda ve banyo ortak. Sonra
çocuk madem double bed, ben yukarıdaki odayı göstereyim diyor,
Umut da ben de yukarı kata doğru çıktıkça, anaaam tavan arası
havasız bir yer çıkacak endişesine giriyoruz. O da ne! Çocuk boş
diye, çatı kattaki apart odayı aynı fiyata bize verebileceğini
söylüyor. Ne ararken ne bulduk ! 1+1 bir apart daire, kendi banyo
ve mutfağımız, bir de nehre bakan kocaman bir terasımız var :).
Bu
durum bize de hoş bir tesadüf oluyor, bugün evlilik yıldönümümüz,
5 yılı devirmişiz. Nerede olduğumuzun önemi yok gerçi, dünyanın
neresinde, hangi koşulda olursak olalım, yanyana olalım !
13
TEMMUZ 2013 CUMARTESİ
Hosteldeki
sabah kahvaltısı da şahane, börek var bir kere daha ne istenir,
belki birilerinin işine yarar diye adını da yazayım, “Iguana
Hostel”, tavsiye edilir :).
Üsküp'te
şehir gezisi... Ülkenin ekonomik durumu iyi görünüyor, buraya
yatırım yapılmış, meydanlar düzenlenmiş, heykeller, su
havuzları, yeni yapımda olan binalar... Ancak mimarlık adına
durum içler acısı, çağın getirdiği mimari diye birşey yok !
Alçı işi yapanlar köşe olmuştur herhalde.
Fiyatlar
BosnaHersek'te olduğu gibi Makedonya'da da uygun. Irish Pub'da iki
bira+canlı da müzik var, ödenen para 7 tl. Akşam yemeğini bir
Meksika restoranında yedik, içkili miçkili tıkabasa yemek, 42 tl.
Zamanla ilgili dert olmasa biz daha kalırdık Üsküp'te.
Ama
yolcu yolunda gerek...
14
TEMMUZ 2013 PAZAR
Dönüüüüş,
hüzün var... Hep tatil, hep gezme olsun, hiç bitmesin. Ama
heyecanda başlıyor hemen çünkü dönüş demek Asya'ya hazırlık
demek !
Dönüş
yolu ile iligili iki alternatif vardı. Ya Üsküp'den güneye,
Yunanistan Selanik üzerinden İstanbul, ya da doğuya Bulgaristan
Sofya üzerinden Edirne, İstanbul'a. Biz Sofya'yı tercih ettik,
bunun birkaç nedeni var: İstanbul-Selanik yolunu daha önce yaptık.
Yurda Edirne'nin güneyinden girmek gerekiyor, sonraki İstanbul'a
kadar olan yol, sadece yol almak için keyifsiz, yorucu. Hava
sıcaklığı fazla, daha güneye inmeyelim dedik. Yunanistan'ın
uluslararası ehliyet isteme ihtimali var. Edirne'ye Bulgaristan'dan
girdikten sonra İstanbul'a kadar otoban. Edirne'de hala ve
eniştemizi ziyaret etme güzelliği :). Sonuç olarak vize için
başvurduğumuz Yunanistan'a ayak bile basmadan yurda dönüş.
Komşuuuuu !
Yol
sorunsuz geçiyor, geldik sınır kapısına, uzuuuuun bir bekleyiş.
İpsala yani Yunanistan sınırı böyle değildi. Konum olarak,
İpsala Bulgaristan kapısı, tüm Avrupa gurbetçilerinin giriş
kapısı olduğundan kuyruk oldukça uzun. Ve tek motorcu biziz :)
Sınırda
yabancı plaka için işlemler var, Türk plaka olduğumuz söyleyip
ilk aşamadan geçtik. İkinci kısımda Türk polisi “Fiş” diye
sordu bize, “yok almadık” dedik, “oooo Türkçe'de
biliyorsunuz !” dedi. Türk olma ihtimalimiz aklından bile geçmedi
yani.
Avrupa'da
her yaştan insan, her yerde, her koşulda geziyor. Bizler, yani
Türkler, çok tembeliz ! 6-7 aylık hamile bir bayan Plitviçe Milli
Parkı'nda yokuş, merdiven demeden geziniyordu. Bastonla yürüyen
yaşlıları da gördüm aynı yerde. Karadağ'da anıt mezara çıkan
merdivenlerde bizim soluğumuz kesildi, önümüzden 3-4 yaşında
çocukları olan bir aile tırmanıyordu. Özellikle çocukları
küçük yaşta alıştırmak lazım, yok yorulur, hasta olur, yok
öyle bir şey !
Neyse
planladığımız gibi güzel bir saatte girdik yurda, Edirne'de
İnayet Hala ve Kültüral Amca'nın misafiriz bu akşam. Sağolsunlar
şahane bir sofrayla ağırladılar bizi, her zamanki gibi. Muhabbet,
kendi insanının sıcaklığı, özlem... İşte bunlar tekrar
döndürüyor insanı yurduna.
Doğaya,
göl ve dağ manzaralarına doyduk, denizin keyfini çıkardık,
hamurun hakim olduğu ülkelerdeki tüm yemeklere bayıldık,
dondurmanın küpüne girdik, ucuza güzel alkol tüketebilmenin
keyfine vardık, yeni kültürler, yeni insanlarla tanıştık... Ben
23 gün, 5500 km; Umut 27 gün 7500 km motorumuzun, bunun adı yok
daha :), tepesinde yol katettik. Çok güzeldi herşey, darısı
yenilerinin başına !
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder