1
TEMMUZ 2013 PAZARTESİ
Yoook
kafa geçmemiş halen, el mi yaman bey mi yaman kriz hapını attım
ağzıma, ne yapalım biraz sarhoş olacağım artık. Rijeka'da
kahve molasına durduğumuzda artık iyiyim :)
Sahil
yolundan devam edip sonrasında Plitviçe Milli Parkı için içlere
sapıyoruz, sıcakları da bir süre arkamızda bırakmış oluyoruz.
Artık
hava kararmak üzere, bir kamping bulalım derken “KAMP 40 km”
yazısıyla birlikte, bu kampa doğru yol almaya başlıyoruz. Tamam
tabela var da, bir enterasan, resmi bir tabela değil, elle yazılmış,
bu nedenle de vardığımızda neyle karşılaşacağımız konusunda
en ufak bir fikrimiz yok...
Neyse
20 km, 12 km, 4 km derken varıyoruz “KAMP”a. Beklediğimiz gibi
basit biryer çıkıyor, ama kaldığımız en güzel kamplardan biri
olarak hafızamıza kazınıyor. Nedeni insan sıcaklığı elbet,
kampın sabihi amca bizi gelir gelmez hoşsohbeti ile karşılayıp,
kendi el yapımı içkisinden ikram ediyor. Kampta yalnız değil,
ona eşlik eden bir köpeği, bir de tavşanı var. Bu iki hayvan
birbirlerinin ne olduklarının da farkında değil muhakkak, bir
sevişiyorlar ki, sormayın, çok güzeller :) Amcayla biraz İstanbul
muhabbeti yapıyoruz, İngilizce ve Almanca biliyor. Slovenya'da
yaşıyormuş aslında, bu kamp için belli bir dönem burada
kalıyormuş, ama yerinden çok memnun, tam ortadayım, gelip geçenim
çok, memnunum diyor. Basit bir kamp, tek yıldızlı, ama aslında
herşeyiyle tam, herşeyine yetebilmiş amca, tertemiz, yolumuz düşse
tekrar uğramak isterim, öyle güzel...
Akşam
Umut'la muhabbetini yapıyoruz, yazık tek başına mı bu hayatta
acaba diye, hüzünleniyoruz...
2
TEMMUZ 2013 SALI
Kampta
sabah...
Sabah
akşamın verdiği samimiyetle çay için bize su kaynatmasını rica
ediyorum amcadan. “tüpümüzde yeni bitti de, su kaynatabilir
miyiz ? “ Külliyen yalan, tüp yeni falan bitmedi, hiç olamadı
aslında.
Şimdi
biz yola çıkarken ocak almadık yanımıza, çünkü İsviçre'ye
gideceğiz ya, yeni sipariş ettiğimiz güzelim ispirto ocak ve
tencere takımımız Hali't'te bizi bekliyor, geçerken alacağız. O
zamana kadar da Mustafa'ların tüpü ile idare edeceğiz. Tabi
İsviçre yalan olunca, bizim ocak işi de patladı. Venedik'te tüp
bitmişti, ama biz yeni kartuş bulabiliriz umudu ile onların
ocağına ve tavasına talip olduk. Mustafa'lara da 13 gün boyunca
özenle, boşu boşuna, taşımız olduğumuz ispirto şişesini
verdik. Sonuç; biz sonraki 3 hafta da boşu boşuna ocak kısmını,
tava ve bizim çaydanlığımızı taşımış olduk, çünkü vidalı
olan ocağa uygun kartuşu aradık aradık bulamadık ve
Hırvatistan'dan çıktıktan sonra da vazgeçtik, iyi mi ?
Neyse
amca bize su kaynattı, o sırada da muhabbet ettik :) Kendi
mutfakçığının orada antika bir büfe içine özenle
yerleştirilmiş fincanları görünce anladım, eşi varmış ama o
ara Slovenya'daymış. Mutlu oldum amca adına :) Ha bu arada bizim
aynı kahve fincanlarından onlarda da var ve bizim Türk kahvemizi
içiyorlar.
Plitviçe
Milli Parkı çok güzel, belli bir giriş parası var, ama aslında
girişte herhangi bir kontrol yok. Bir tabiat parkının çitlerle
çevrilmesinin de zaten bir anlamı yok. Vaktinize göre bir rota
seçiyorsunuz, bu rota üzerinde de otobüs ya da botu
kullanıyorsunuz, aslında verilen para da bunlar için, tavsiye
edilir...
Akşamına
Zadar'a varış, sıcaktaki yürüyüşün ardından Dalmaçya
kıyılarında denize giriş, sonrasında duş ve deniz kenarında
şarabımızı yudumlamak, paha biçilemez :)
3
TEMMUZ 2013 ÇARŞAMBA
Zadar
merkezde takılmaca. Burayla ilgili önemli veri “Ancient Glass
Museum”. Tüm sergilenen cam ürünler buradaki kazılarda
çıkartılmış. Camın bu kadar korunarak gelmiş olma nedeni,
ölülerini gömerken bunları çeşitli taş kaplar içerisinde
yanlarına koymaları. Detaylı araştırmak istediğim bir konu,
bakacağız...
Zadar'daki
görülmesi gereken bir diğer şey de “Sea Organ”. Yerel bir
mimarın yaptığı denizdeki dalgaya göre sesler çıkartan bir
org. Tebrikler !
4
TEMMUZ 2013 PERŞEMBE
Hop,
sabah bir kalktım, çadırda bir gariplik var, gece diyordum zaten
“bu çadırın bana değmemesi lazım” diye. Dışarı çıkınca
anlıyoruz ki polün birinde bir gariplik var, kırılmış. Duck
tape candır, bakalım işe yarayacak mı ?
Hava
çok sıcak ve biz yollardayız, sahil hattını takip ettiğimiz
için de kötü bir trafikte yol alıyoruz maalesef...
Split'e
varmadan yol üzerinde, dünya miras listasında yer alan, Trogir
Kaleiçi'ne uğruyoruz. Biz iki mimar ama bize yine birşey ifade
etmiyor, dersimize daha iyi çalışmamız gerektiğine karar
veriyoruz :p
Gezerken
de sadece böyle fotoğraflar çekmişiz :)
Anaaam
Split tam da tahmin ettiğimiz gibi acayip turistik çıkıyor.
Bodrum'da kapıldığım hisse benzer bir durum var, heryer bina,
betonarme, sıcak, kuru bir kalabalık, of ooooof... kaçalım
buradan deyip ünlü Hvar Adası!na geçmeye karar veriyoruz. Feribot
akşam 20.30 daydı, toplam 2,5-3 saat geçirdik Split'te, o da
yetti valla...
Feribotta
gün batımı, bira ve fıstık... Şahane :)
Gece
yarısı bulduğumuz ilk kampinge attık kendimizi, kapıdaki adamın
da canı sıkılmış herhalde bizimle muhabbette. Azıcık Türkçe
biliyor, nereden öğrenmiş, Aşk-ı Memnu ve Muhteşem Yüzyıl
dizilerinden :) Bihterle Behlül'e çok ağladım falan diyor...
Bu
arada çadır koyveriyor maalesef, duck tape tutmadı, hatta aynı
yerdeki diğer çatlak da büyüdü, bir parça daha kopardı polden.
Bu da bize ders oldu, diğer polde de aynı yerde çatlak olduğunu
farkedip, orası için önlem alabiliyoruz en azından. Parça kopan
pol ile ilgili ise, ufak bir beyin fırtınası sonrası, tamir
etmenin sağlıklı bir çözüm olmadığına karar vererek polü
kısaltıyoruz, Umut muhteşem çakısındaki testere ile bitiriyor
işi :)
5
TEMMUZ 2013 CUMA
Hvar
merkezi şöyle bir görüp, deniz keyfi sonrası tekrar düşüyoruz
yollara... Hvar Adası lavanta tarlaları ile meşhur ama biz o kadar
bakınmamıza rağmen göremiyoruz maalesef.
Adayı
baştan başa katettikten sonra Sucuraj'dan tekrar ana karaya,
Drvenik'e, geçiyoruz.
BosnaHersek'e
geçiş enterasan. Sonrasında da bu Yugoslavya'nın parçalanmasıyla
oluşan ülkelerin arasındaki sınır geçişlerini anlayamıyoruz.
Biri geç diyor, biri dikkatli inceliyor, bir ülkeye giriş var
çıkış yok, ya da giriş yok çıkış var falan, anlamadık !
Mostar'a
giriş, hiç beklediğim gibi değil, daha doğrusu bir beklentim yok
ama, çok kötü bir imaj çiziyor, terk edilmiş binalar, çok köhne
bir şehir havası var. Merkeze, Mostar Köprüsü'ne yaklaştıkça
bombalanan binaları da görüyoruz.
Köprünün
neredeyse dibine kadar motorla gidebiliyoruz ,motordan indik ve bir
düğüne denk geldik. Hop beni kan çekti tabi, başladım oynamaya
:) Sonra bizi mide de çekti tabi, yemekler bize benzemeye başladı,
hemen iki “kebabi” ısmarladık tabi. Bildiğiniz inegöl köfte,
pide, patates kızartması, salata, tam bir köfte tabağı yani,
yanına da yoğurt (ama onların yoğurt bizim tuzsuz ayrana denk
geliyor).
Biraz
gezindikten sonra demleme çay da bulduk, oh daha ne isteriz...
Ne
yapsak ne etsek derken geç saati ettik, kampinge gideceğiz ama
hafif de bir yağmur başladı. Hadi bir yer soralım dedik, pazarlık
falan geceliği 2 kişi 15 euroya 2 gece için anlaştık. Günler
sonra ilk defa yatakta yatacağız. Bu kadar ucuzken bu kadarcık
lüksümüz olsun dedik, çok mu dedik ? :p
Kaldığımız
yer kaçak aslında, kayıt mayıt yok yani. Hostel işleten bayanın
kendi evinde düzenlediği 3 oda, banyo ve mutfak, saloncuktan oluşan
bir yer. Bayan bizi çok sevdi, İtalya'da yaşamış uzun yıllar,
anlatıp duruyor, pek heyecanlı... Türkleri pek severiz diye de
ekliyor :)
6
TEMMUZ 2013 CUMARTESİ
Fakir
bir ülke ilk izlenim olarak. Mostar'la ilgili bir müze yapmışlar,
müze demeye bin şahit ister. Ama köprünün rekonstrüksiyonunu
bir Türk Firma yaptığı için gururlanmadık değil :).
Sonrasında
günlerdir hayalini kurduğum böreğe kavuşuyoruz. Boşnak böreği
diye duyarım hep. Bizim teyzeye sorduk en güzel nerede yeriz diye,
müze sonrası vardık oraya. Benim annem de iyi börekçidir, tamam
bu da güzel ama anneminkilerden farklı değil valla, uzaklara
gitmeye gerek yok yani, yaşasın anne böreği !
Akşam
köprü manzaralı bir restoranda oturduk, yanına da meze, deme
keyfimize. BosnaHersek'e geçtikten sonra hesap kitap bitti.
İstanbul'daki yaşamdan çok daha ucuz olunca, tatil daha da bir
keyiflenmeye başladı.
Bu
köprüden atlama geleneği var ya, evlenmeden önce geline kendi
yiğitliğini kanıtlama çabası, yok geleneği meleneği kalmamış
artık, biz orada otururken 2-3 kişi geldi, hepsi de para toplama
peşinde gibi geldi bize, kalabalık dağılınca da hiçbiri
atlamadan geri döndü, anlamadık gitti.
Restorandayken
yan masamızda oturan çiftle muhabbet başlıyor, meğer turist
değil buralılarmış ama Amerika'da yaşıyorlarmış, her yaz
çocukları ile birlikte ziyarete geliyorlarmış. Buraya gelirken
okuduğumuz Bosna Savaşı ile ilgili yaşadıklarını anlattılar,
o zaman 20'li yaşlarının başındalardı sanırım. Her ikisi de
kamplarda kalan müslüman Boşnaklardanmış .Çok acı günler
yaşamışlar, önce Hırvatlarla birlik olup Sırplara karşı
mücadele veriyorlar, sonrasında Hırvatlar da onlara saldırıyor.
Sırpların Boşnak müslümanlara yaptığı tam bir vahşet,
soykırım... Sözün bittiği yer...
7
TEMMUZ 2013 PAZAR
Mostar'dan
ayrılıp, Neretva Nehri'nin doğduğu Blagaj'a doğru yol alıyoruz.
Burada bir Bektaşi Tekke ve Türbesi var. Bizi daha çok
ilgilendiren kısımsa Türk kahvesi ve lokum oluyor. Sonrasında
yolumuz Saraybosna...
Yola
şahane doğa manzaraları eşlik ediyor, yemek molamızı da gölün
kıyısında veriyoruz. Buralar uygun fiyatlı ya yemek siparişimizde
biraz bonkör davranıp, fazla söylemişiz. Ama o kızartma hamurun
ve yanında gelen kaymak peynir arası mükemmel karışımın
hakkını verdim, hepsini yedim.
Saraybosna'yla
ilgili ilk intiba güzel bir şehir olduğu, modern mimari örnekler
görmek mümkün. Müslüman nüfusun fazlalığı cami sayısından
anlaşılabiliyor. Burası savaşın izlerini üzerinden atabilmiş,
belli ki buraya fazlasıyla yatırım yapılabilmiş. Eski şehir
merkezi olarak adlandırılan kısım bize oldukça yakın, otantik
kafeler, bedesten, kapalı çarşı, Türkçe panolar, etrafta
Türkler... artık konuşurken daha dikkatliyiz :)
Burada
da madem birgün kalacağız merkezden kopmayalım dedik, booking.
com dan bulduğumuz bir hostele yerleştik, memnun da kaldık.
Tavsiye; merkezden biraz uzaklaşarak (15-20 dk lık yürüme
mesafesi mesela) çok daha uygun, düzgün yerler bulmak mümkün.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder